Adım, Züleyha. Boluluyum yoksul bir ailenin kızı olarak zor şartlarda okudum öğretmen oldum. İlk bakım Malatya Pütürge’ye çıktı. Üç sene dağ köyünde vazife yaptım. Beni göremediğim ve göremeyeceğim ilgi, ilgi ve şefkatle….Okulun ufak bir tek odalı lojmanına yerleştim ama bir gün bile orada yatmismim. Köyün acıma meleği İmmihan Teyze ve ihtiyar kocası Derviş Amca “Bizde kalacaksın, seni katiyen yalnız bırakmayız” dediler. Evlatları oldum. Evin kızı oldum. Bildiğiniz bir evin kızı nasılsa aynen ben de öyleydim. Yedirdiler, içirdiler, hastalandılar, ağladılar, güldüler… bunların hepsini birlikte yaşadık. Onlar yarım Türkçe ile bana ana baba oldular. Ben de yarım Kürtçe ile onlara sırdaş oldum yoldaş oldum…. Üç senenin sonucunda tayinim memleketime Bolu’ya çıktı. Ayrılığımız ağıtlarla, gözyaşlarıyla oldu. Bolu’ya yuva kurdum evlendim. İmmihan Anama çağrı gönderdim. Davetiyeye çeyrek altını bantlamış bana gönderdi. Kızı, “Anam Züleyha hamile, hastalığımı, perişan bulunduğumu sakın söylemeyin. Üzülür hamileliğine çocuğuna zarar gelir. Ben yazıyormuş gibi yapın. Ölürsem de doğum yapana kadar gizleyin. Bir gün buraya gelirse mezarımın taşına elindeki tebeşşirle ben geldim yazsın yeter.” dedi. Ya Rabbim! Bu nasıl bir metanet, bu nasıl bir şefkat, bu nasıl bir azamet! Pütürge’nin kızı olmuş Züleyha öğretmen bu Dar-ul Rıfat olan topraklar senin memleketin. Acılar, zorluklar, gurbet yolları beklemiş anaların ayak izleriyle doludur Pütürge.. Bu insanlar yürekte iz bırakır.. Gönülde söz bırakır. Sonrasında köz bırakır… İşte bu tür bir hayat öyküsü dostlar.. Bir ay evvelce kaleme alayım dedim. “Züleyha Öğretmen evladına süt sağlıyor belki üzülür zarar verir” dedim. Boşluğuma geldi telefonunu kaydetmedim, kayboldu. Eğer bu satırları okur irtibata geçerse İmmihan Ana’nın mezarına ben de gideceğim… Ana karnında bir bebeğe zarar gelmesin diye, hastalığını, acısını ve ölümünü bile gizleyip bağrına basan -Kürt,Türk farketmez- toprağımın.. Yaşanmış Gerçek Vaka – Tarihin Sessiz Tanığı Soğuk bir kış günüydü. Erzurum’un bir köyünde hayat sürdüren Ali Dede, her sabah bulunduğu gibi erkenden uyanmış, odun sobasını yakmıştı. 90 yaşına karşın dimdik duruyor, köyün en eski hatıralarını anlatmaktan keyif alıyordu. Onun hikayeleri yalnızca yaşanmış hadiseler değil, aynı vakitte insanın azmini ve kaderin cilvesini gösteren derslerdi. Ali Dede’nin en sevdiği hikaye, seneler evvelce genç bir delikanlıyken başından geride bıraktığımız bir savaşı husus alıyordu. 1916 seneninın çetin kışında Rus işgali altındaki Erzurum’da ailesiyle birlikte hayatta kalma mücadelesi sağlıyordu.
Babası cephede şehit düşmüş, annesi ve iki kardeşiyle tek başına kalmıştı. Şimdilik 12 yaşındaydı ama yaşına göre çoksıyla olgundu. Bir gece köylerine gelen bir küme Türk askeri, gizlice cepheye mühimmat taşımak amacıyla köylülerden yardım istemişti. Fakat bu vazife son derece tehlikeliydi; düşman devriyeleri köyün çevresinde dolanıyordu. Köyde kimse gönüllü olmaya cesaret edemiyordu. Sessizlik ağırlaştıkça Ali, yürekli bir ismim atarak öne çıktı: “Ben giderim!” Askerlerin ve köylülerin gözleri büyüdü. Genç yaşına karşın bu kadar kararlı olması herkesi şaşırtmıştı. Annesi onu engellemeye çalışsa da Ali’nin kararlılığı karşısında geri ismim atmıştı. “Eğer gitmezsek bu mühimmat cepheye ulaşmaz, askerlerimiz kazanamaz,” demişti. O gece Ali, sırtına bağladığı mühimmat dolu bir çuval ve birkaç askerin ile birlikte karlarla kaplı dağları aşarak 20 kilometrelik yolu yürüdü. Soğuk iliklerine kadar işliyordu, ama durmaya cesareti yoktu. Yolu yarıladıklarında Rus devriyeleriyle burun buruna geldiler. Askerler saklanmasını söyledi, ama Ali çuvalı bırakmayı reddetti. “Bu benim vazifeim!” dedi fısıltıyla. Hareketleri dikkatlice planlayan askerler, Rus devriyesini sessiz sedasız atlatmayı başardı. Ali’nin cesareti vasıtası ile mühimmat güvenilir bir şekilde cepheye ulaştırıldı. O gece, Türk ordusu mühim bir zafer kazandı. Yıllar sonra, Ali Dede o anı torunlarına anlatırken gözleri yaşarırdı. O günkü korkusunu, ama aynı vakitte taşıdığı sorumluluğu hiç unutmamıştı. “Bir insanın yaşı ufak olabilir,” derdi, “ama yüreği büyükse yapamayacağı şey yoktur.” Torunları onun kahramanlık öyküsünü dinlerken dedelerinin yalnızca bir tarih anlatıcısı değil, tarihin sessiz bir tanığı bulunduğunu fark ederlerdi. Bu hikaye, Türk tarihindeki binlerce isimsiz kahramandan birinin yaşadıklarını temsil eden bir öyküdür. Eğer daha çok ayrıntı eklememi ya da hikayeyi değişik bir şekilde tekrar şekillendirmemi istersen, söyleyebilirsin! Ailem şok oldu. “Bu nasıl vefa? Bizim buralarda pek görmediğimiz şey” dediler. Çok ama çok duygulandım. Bir vakit sonra oğluma hamile kaldım. İmmihan Ana’ya telefon açtım söyledim. Havalara uçtu zılgıt çekti. “Torunum olacak” dedi. “Söz ver torunumun 40’ı çıkar çıkmaz Pütürge’ye geleceksin, tamam1 mı?” dedi “Söz” dedim. Bir gün arismim “Kızım yanımda, rahatsızım sesim çıkmıyor. Ben kızıma söyleyeceğim, o da sana mesaj atacak.” dedi. “Tamam” dedim. Hamileliğim boyunca yazdım “Çok iyiyim. Biraz rahatsızım ama mühim bir şeyim yok.” Sürekli yazdım hep güzel cevaplar aldım. Oğlum doğdu. 20 günlük oldu. Adını Bolulu babam Ahmet ile Pütürgeli Derviş Babamın adı olan Ahmet Derviş koydum… Bu kez görünümlü arayayım İmmihan Ninesine torununu göstereyim dedim. Görüntüde genç bir kadın. “İmmihan Ana” dedim. “Kaybettik” dedi. Yıkıldım. “Nasıl, ne vakit?” dedim “4 ay oldu” dedi. “Ben aylardır kiminle yazıştım peki?” dedim.